Sendika avukatını işten atmak yetmedi... BES’te neler oluyor? –Gökhan Ulusan :: www.sendika.org
27 Temmuz 2011 -
Büro Emekçileri Sendikası’nın avukatını işten atanlar, henüz bu işten çıkartmanın kırkı bile çıkmadan başka bir akıl almaz karara daha imza attılar. Sendikanın tüm hukuksal iş ve işlemlerini taşeronlaştırarak bir hukuk bürosuna havale ettiler.
BES genel merkez yönetimi, şube ve temsilciliklere gönderdiği 21.07.2011 tarihli ve 893 sayılı yazıda şöyle diyor:
“Merkez Yönetim Kurulumuzca; bu doğrultuda Büro Emekçileri Sendikasının her bir üyesi tarafından içselleştirilmiş olan Hukuka da uygun olmak kaydıyla bir Hukuk Bürosuyla anlaşma yapılmasına karar verilmiştir…”
Bu MYK’nın aldığı kararları, “çok yanlış bir karar, ama bu saatten sonra yapacak bir şey yok, nasıl olsa yeni dönemde asla aday gösterilmeyecekler” diyerek içselleştirenler olabilir. Ama henüz özelleştirmeyi, taşeronlaştırmayı içselleştirmeyen binlerce BES üyesi var ve bizim, başarılı bir sendika avukatını, üstelik üzerinde ağır bir baskı ve mobbing uygulayarak işten çıkartmayı, bırakın içselleştirmeyi, aklımızdan geçirmemiz bile söz konusu olamaz.
Sendika avukatının işten nasıl çıkartıldığına dair bilgilendirme yazıları ile bu hukuksuz kararın derhal geri alınmasına dair bir imza metni, daha önce yayımlandı. Yakında mizah dergilerinde de çıkarsa şaşırmamak gerekir. Hatırlamakta yarar var; BES yöneticileri, toplu sözleşme hükümlerine göre, 21 Mart tüm sendika çalışanlarının izin günü olduğu halde, “miting 20 Mart pazar günü yapıldı, sen pazartesi neden işe gelmedin” diye sendika avukatını uyarmıştı. Tüm BES üyelerinin aklında bulunsun, örneğin 1 Mayıs pazartesiye denk gelirse ve miting pazar günü olursa, ve biz pazartesi işe gitmez isek aynı soruyu devlet de sorabilir ve böyle bir durumda sendikamız maalesef devleti haklı bulacak. Devletin bu soruyu sormak işgüzarlığını gösterecek herhangi bir mülki idare amiri var mıdır, bu da elbette başka bir tartışmalı konu.
Bilinç ve sorumluluk…
Söz konusu yazıya dönelim, yazı diyor ki, BES yöneticileri, “…bir emek örgütü olmanın bilinci ve sorumluluğu ile davranılmasında karşılaşılan eksiklikleri”, “geniş çerçeveli bir değerlendirmede bulunarak” saptamış.
Son aldıkları kararı da sağlam bir çerçeve ile duvara asmalarını tavsiye ederiz. Bu iş için sendikanın duvarlarındaki “esnek ve kuralsız çalıştırmaya, özelleştirmeye hayır”, “herkese kadrolu iş, güvenli gelecek” afişlerinin çerçevelerini kullanabilirler. Böyle bir kararı gelecek kuşaklara aktarmakta yarar var, ne de olsa, Merkez Yönetim Kurulunca yapılan ve bilimselliğinden asla kuşku duymadığımız “detaylı araştırma ve değerlendirmelerin” sonucunda alınan bir karar.
MYK’nın bizlere gönderdiği yazıda, taşeron hukuk bürosunun KESK Genel Merkezi ile de çalışmakta olduğunu öğreniyoruz. Burada bir uyarı havası var, KESK bile bu hukuk bürosu ile çalıştığına göre, bu avukatlık bürosunun bir sırrı, bir hikmeti olsa gerek.
İnsan merak ediyor, nasıl olsa KESK de orada bahanesiyle, BES’in Genel Merkezini de Gaziosmanpaşa’ya taşıyacak mısınız… Bir ara Eğitim-Sen’de de taşeron işçi çalıştırılıyordu diyerek mi arkasında duruyorsunuz bu kararın…
Yazıdaki başka bir mizahi gönderme şöyle. “Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Av. Selçuk KOZAĞAÇLI ve Sürekli ve Düzenli olarak yanında çalışmakta olan Beş Sigortalı avukat…”
Yani avukatların beşi bir yerde ve Sürekli, ve Düzenli, ve Mütemadiyen, ve İvedilikle, ve Münhasıran sendikamızın avukatlık hizmetlerini yürütecekler. Hepsi de sigortalı ki, bu ayrıntı gerçekten önemli. “Biz asla sigortasız çalıştırmaya müsamaha göstermeyiz” diyor BES Yönetimi. Bu avukatlık bürosu ister sigortalı avukat istihdam eder, ister sigortasız. Size ne. Bu kadar işçiden, emekçiden yana olmanın ne gereği var. İnsanların sigortasız, kadrosuz ve güvencesiz çalıştırılmasına bu kadar karşıydınız da, sendikanın avukatını neden işten attınız?
“Piyasa araştırması”
İmdi, BES üyeleri haklı olarak merak ediyor. Madem altı avukattan oluşan bir hukuk bürosu sendikamızın tüm hukuksal işlerinin üstesinden ancak gelecek, hiçbir ahlaki ve hukuki gerekçe olmadan işten atılan Avukat Sevil Ceylan Erkat’ın yanına ikinci bir kadrolu avukatı yıllarca neden almadınız? Demek ki 6 meslektaşının ancak üstesinden gelebileceği bu işleri eski avukatımız tek başına sırtlanırmış da, haberimiz yokmuş.
Gerçi burada BES yöneticilerinin hakkını yememek gerekir. Bu altı avukattan oluşan hukuk bürosu sadece BES’in avukatlık hizmetlerini yürütmeyecek. KESK dahil, bu hukuk bürosu ile başka sendikaların ya da başka demokratik kitle örgütlerinin de çalıştığı sonucunu yazıdan çıkartıyoruz. Ayrıca ilgilenmiyoruz da, bizim sorunumuz değil. Eminiz ki, KESK’te de bu avukatların sigortalı olması ve Sürekli, ve Düzenli, ve Mütemadiyen, ve İvedilikle, ve Münhasıran çalışıyor olmaları önemli bir kriter olmuştur. Ayrıca, BES Yönetimi bu işi taşeronlaştırırken, eminiz ki iyi bir “piyasa araştırması” yapmış olsa gerektir.
Yine, bize gönderilen yazıda, “1 yıl boyunca yürürlükte kalacak olan sözleşme hükümleri gereğince…” Sendikamızın Genel Merkezinde her gün mesai saatleri dahilinde Sürekli ve Düzenli olarak bir avukatın çalışacağını da öğrenmiş bulunmaktayız. Bu “sürekli ve düzenli” ifadesi, yazının sonuna kadar bir daha kullanılmamış her nedense. Neyse, konuya geri dönelim. Ne mutlu bize ki, hukuk bürosunun yanı sıra, sürekli ve düzenli bir avukatımız olacak ki, mitingler pazar günü yapılsa bile pazartesi işinin başında olacak. Bu, gerçekten iyi düşünülmüş…
Yine yazıda diyor ki, “…her iki taraf açısından”, (burada söz konusu iki tarafın sendika ve hukuk bürosu olduğu özellikle parantez içine alınarak belirtilmiş ki, Recep İvedik filmindeki gibi -başka kimin arasında olacak- şeklinde bir soru sorulmasının önüne geçilsin), “gerekli görülmesi halinde, hafta içi mesai saatleri haricinde ve hafta sonu hukuk bürosu tarafından fazla çalışma yapılması olanaklıdır…”
İşten atılan avukatımız da mesai saatleri haricinde çok emek veren bir insandı ama kıymeti bilinmedi. Bu durumun, yazarın kişisel görüşü olmadığının, herhangi bir BES üyesi büro emekçisine sorulduğu zaman size farklı bir şey söylenmeyeceğinin belirtilmesinde yarar var. Asıl sorun şu; sözleşmede hüküm altına bile alınmış bir durum var ise, yani biri sürekli ve düzenli, toplam altı kişilik bir avukat ordumuz olsa bile fazla çalışma gerekli olabilir ise, biz neden sadece tek bir avukatın sırtına yükledik tüm bu işleri?
Gayet karlı
Yazı diyor ki, “Sendikamızın hukuk bürosunda çalışan altı avukat tarafından yürütülecek olan tüm hukuksal iş ve işlemler karşılığında, hukuk bürosuna, sözleşme gereğince ayda 2500 tl ücret ödenecektir”… Yazının tam burasına, sözleşmeli köle olmayacaaağııız diye bir slogan sıkıştırılsa çok şık dururmuş…
“Bunun yanı sıra bu miktarın Katma Değer Vergisi (% 18) olarak ayda 562.50 tl ile gelir vergisi stopajı (% 20) olarak 625 tl’de sendikamızca ödenecektir. Yani altı avukattan oluşan hukuk bürosunun sendikamıza aylık maliyeti 3687,50 tl olacaktır.
Budur işte ya… piyasada asgari ücretle çalışmaya razı olan milyonlarca işsiz varken neden bir devlet memuruna bu kadar para verelim… pardon, dilimiz sürçtü. Doğrusu şu olacaktı; piyasada bu işi 3.687 liraya yapacak onlarca hukuk bürosu varken neden kadrolu bir avukat çalıştıralım ki…
Yıllar önce, sanırım Fikret Başkaya idi, bizim şubede bir seminer vermiş, bu kar-zarar hesaplarının bizim işimiz olmadığından, solcular için asıl önemli olan şeyin “toplumsal fayda” olduğundan söz etmişti. Yani siz işçilere çok daha düşük ücretler ödeyerek de bir işletmenin kar etmesini sağlayabilirsiniz ama bu yolu daha çok onlar, yani sermeye sınıfı tercih eder falan tarzı bir şeyler dediydi. Eski zaman, bir kulağımızdan girmiş, öbüründen çıkmış.
Yazı diyor ki, “…Nispi Vekalet Ücreti Protokolü çerçevesinde, 15.07.2011 tarihinden itibaren, sendikamız tarafından kazanılan davaların avukatlık ücretlerinin %70’i hukuk bürosuna verilecek, %30’’u ise sendikamıza gelir kaydedilecektir”...
Demek, eski avukatımız iliğimizi kemiğimizi kurutuyormuş bizim. Allahtan bu nispi bilmem ne protokolü yapılmış da bir gelir kapısı daha çıkmış bize. Ama pazarlık iyi yapılmamış, ticaret zekamız olsa idi, bu işin oluru fifti fifti diye ısrar ederdik. Bu %70, standart bir şey olsa gerek…
Ülke genelinde hizmet
Yazı diyor ki, “tüm üyelerimizin sendikamızın ilke ve amaçlarına uygun hukuksal yardım talepleri ülke genelinde karşılanabilecektir”…
“Kadrolu iş, güvenli gelecek” talebi bizim tüzüğümüzde yazmıyor mu, ima bile edilmiyor mu en azından…
“Özelleştirmeye, taşerona hayır” demek, sendikal bir ilkemiz değil mi… değilse, sendikal ilkelerimiz neler…
Torba yasayı devletten bile önce uygulamak ve hiçbir hukuki gerekçe göstermeden bir emekçiyi işten çıkartmak sendikal bir ilkeydi de bizim mi haberimiz yoktu…
Yani, bir üyemiz çıksa ve dese ki, “benim kadromu elimden almaya çalışıyorlar, ya istifa edersin ya da önüne koyduğumuz sözleşmeye imza atarsın diyorlar. Ben hakkımı hukuki yollardan da aramak istiyorum kardeşim”…
Ne diyeceğiz… E biz de avukatı işten çıkardık, bak sözleşmeli avukat çalıştırıyoruz, bu devirde kim kime kadrolu iş veriyor mu diyeceğiz…
Nedir bu sendikal ilkeler ve amaçlar?
“Şube ve temsilciliklerimizde hukuksal bilgilendirme amaçlı toplantıların yapılması halinde bu toplantılara en az bir avukatın katılımı sağlanacaktır” deniliyor yazıda… Hangi bilgilendirme, hangi toplantı? Bir gecede işinden attınız sendikanın avukatını. Bilgi verme gereği bile hissetmediniz. Ne genel kurulda, ne de başka bir yerde, uydurduğunuz mazeretleri kamuoyunun önünde açıkça tartışmaktan bile hala kaçıyorsunuz.
Şurada da şöyle olmuştu…
Şurada da şöyle oldu… Burada da böyle oldu… İlk işten atan biz miyiz… Ali de atıldı, Veli de aksırdı… Mazeret üstüne mazeret… Bir tane haklı gerekçe gösteremiyorsunuz… Ayrıca, bir bildiğiniz vardı da neden sustunuz… Neden ortalığı ayağa kaldırmadınız… Neden ortak oldunuz…
Olmasa bu mazeretleriniz, ne diyecektiniz… AKP hükümeti de işten çıkartıyor, patronlar da işten atıyor her gün, hem de yüzlercesini… Tek yapan biz miyiz mi diyecektiniz…
Sendikanın avukatını, üstelik mesleğinde çok başarılı ve sevilen bir avukatı işten attınız, hukuksal iş ve işlemleri taşeronlaştırdınız. Üstelik, sendika çalışanları ile yürütülen toplu sözleşme görüşmelerinin hemen ardından yaptınız bunu. Sendikanın duvarına grev ilamının asılmasıyla sonuçlanan bir sürecin hemen ardından…
Ve sırada kim var… Yeri geldiğinde geç saatlere kadar hiçbir çıkar gözetmeksizin işinin başında olan, bizlerle birlikte pankart tutan, bizlerle birlikte slogan atan ve yürüyüş kollarımızda bizlerle yan yana, omuz omuza yürüyen Büro çalışanı arkadaşlarımızı da işten atacak, istifaya zorlayacak, bu koşulları yaratmaya devam edecek, sendikanın kırtasiye, çay ve temizlik işleri için de taşeron bir firma bulacak mısınız?
“Bazı sendika çalışanları istifa etmek istedi ama biz kabul etmedik” diyerek geçiştirmeye, kendinizi aklamaya devam mı edeceksiniz. İnsanları istifa kararı almaya götürecek kadar derinleştirdiğiniz bir krizi, daha ne kadar savunacaksınız…
Sekiz yıl boyunca bu süreci bizlerle omuzlayan, en zor anlarda dahi sendikamızın avukatı olduğunu unutmayan, sizin bugün bir avukat ordusu olmadan yürütmeyi göze alamayacağınız tüm hukuki işlemleri yıllarca tek başına sırtlayan ve belki de tamamından yüzünün akıyla çıkan bir avukata, en azından bir vefa borcunuzun olduğunu düşünmüyor musunuz…
Genel kurulda dağıtılan kitapçık
Yazınızın ikinci paragrafında, hukuksal işleyişe dair eksik ve hatalardan uzun uzun söz ediyor, bütün sorumluluğu üzerinizden atmanın ve tek bir insanın üzerine yıkabilmenin telaşı içinde çırpınırken, hiç mi sıkılmıyorsunuz… Tüm bu sorunlar vardı da, neden ikinci bir avukat istihdam etme gereği duymadınız… Avukatımız yetersiz idi, sizi yanlış yönlendiriyor idi, dava sürelerini geçiriyor idi ise, neden genel kurulda bir kitapçık dağıtarak tüm bu hukuksal başarıları sahiplendiniz.
İşten attığınız avukatımızın şimdiye kadar kaç davayı kazandığına, kaçında eksik ve yetersiz kaldığına, sizi hangi konularda yanlış yönlendirdiğine dair bir yazı da yazabilecek, şube ve temsilciliklere gönderebilecek misiniz… Bu uydurma ve ithamları, daha ne kadar dillendirecek, daha ne kadar savunacaksınız.
Önce bir sendika avukatının işten çıkartılması, ardından özelleştirme… Aldığınız bu kararlar BES’in tarihinde kara bir lekedir artık….
Biz sendikamızın avukatını, “Emekçi Düşmanı BES MYK’sı” sloganı atarak uğurladık…
Hayatımızda ilk defa, çok zor bir karar olduğunu bile bile, her zaman ve her yerde savunduğumuz ve hatta kurumsal kimliğini bile kendi kimliğimizden üstün tuttuğumuz sendikamızın genel merkezinin önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdik ve bu işten çıkartmanın hiçbir ahlaki, insani ve hukuki gerekçesinin olmadığını ifade ettik…
Ya haklıyız, ya da iftira atıyoruz sizlere…
Bizi hala neden disiplin kurullarınıza vermiyor, gereğini neden hala yerine getirmiyorsunuz…
Siz, işçi sendikalarının bugünkü durumlarına bir günde geldiğini mi zannediyorsunuz…
Hala mı anlamıyorsunuz…
Anlamamakta hala mı ısrar ediyorsunuz…
Utanıyoruz arkadaş ya, gerçekten utanıyoruz…
* Gökhan Ulusan
BES Ankara 2 No’lu Şube
28 Temmuz 2011 Perşembe
4 Haziran 2011 Cumartesi
HOPA HALKI AVUKATLARININ KAMUOYU DUYURUSUDUR
BASINA VE KAMUOYUNA
Bilindiği üzere 31.05.2011 günü Hopalıların demokratik taleplerini içeren basın açıklamasının arkasından gelişen hukuksuzluklar o günden itibaren artarak şeklinde sürdürülmektedir.
Olay günü gecesinden başlayarak Hopa`da tam bir insan avı başlatılmıştır. İlk baskın gece saat 12:30 sıralarında Hayde Cafe isimli bir işyerine yapılmış olup, işyeri sahibi de dahil olmak üzere orada buluna müşterilere özel harekat timleri tarafından yoğun şiddet uygulanmış, tüm bu kişiler yerlere yatırılarak kafalarına postallarla basılmak suretiyle aynı zamanda coplar tekmelerle darp edilerek gözaltına alınmıştır. Bu muameleye maruz kalan bu kişiler arasında % 90 oranında zihinsel engelli olan Erkut Kibar da bulunmaktaydı.
Tüm bu hukuk ve insanlık dışı uygulamalar işyerine ait güvenlik kameralarınca kayıt altına alındığı halde, baskını gerçekleştiren birimler, güvenlik kamera kayıtlarının bulunduğu bilgisayar kasası ve güvenlik kamerası hard diski ve tüm dijital eşyaları yasa dışı olarak habersiz bir şekilde almışlardır.
Aynı zamanda kafe içinde bulunan tüm eşyalar tahrip edilmiştir.
Bu baskınlar evlerde sabaha kadar devam etmiş, 3 gündür de devam etmektedir. Gözaltına alınan kişilere ilişkin tarafımıza hiçbir bilgi verilmemiş, isimleri ve durumları saklanmıştır.
Gözaltına alınma sırasında tüm şahıslar, yakalama, gözaltı ve hastane sevklerine gidiş dönüşleri esnasında darpa maruz kalmışlardır.
Gözaltında bulunan müvekkillerin kafalarında, kaşlarında, gözlerinde, ağız burunlarında ve vücutlarının çeşitli yerlerinde darp izleri mevcut olup iki kişinin gözlükleri kırılmıştır. Birçok kişinin kafasında gözle görülen morluklar, şişlikler mevcuttur.
Ayrıca yakalama sonrasında alınan ilk adli tıp raporunda sağlam olduğu belirtilen İBRAHİM AKSU 02.06.2011 günü gözaltında tutulduğu sırada Hopa Devlet Hastanesine sevk edilmiş, saat 23.30`da Hopa Devlet Hastanesi tarafından kaburgasında kırık olduğu tespit edilerek, Trabzon Numune Hastanesi`ne sevk edilmiştir.
Bu bilgilenmeden sonra müdafiler olarak Hopa İlçe Emniyet Müdürlüğü`ne giderek, müvekkillerle görüşme isteğimiz, soruşturmanın Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Rasim KARAKULLUKÇU`nun yetkisi dahilinde yürütüldüğünü ve ilgili savcılıkça şüpheliler arasında menfaat çatışması bulunduğu, bu nedenle her avukatın sadece 1 şahısın müdafiliğini üstlenebileceği ve sadece bir kişi ile görüşebileceği yönünde talimat verildiği belirtilerek, sağlık durumlarında endişe ettiğimiz şüphelilerle görüşme talebimiz kısıtlanmıştır. Savunma hakkımız yasadışı usuller uydurularak bertaraf edilmeye çalışılmıştır.
3 avukat olarak görüşebildiğimiz, birer kişi, polisler tarafından çeşitli aşamalarda darp edildiklerini, polislerin sürekli gerçekdışı ifade vermeleri hususunda avukat bulunmadığı halde görüşerek baskı yaptığını belirtmişlerdir. İşbu tutanak tarafımızca düzenlenmiştir.
Tüm bu açıklamalarımızı raporlayıp kamuoyuna ve gerekli mercilere sunacağız. Sürecin takipçisi olacağız.
Baskılara ne müvekkillerimiz ne biz boyun eğmeyeceğiz.
Hopa Halkı Avukatları
Bilindiği üzere 31.05.2011 günü Hopalıların demokratik taleplerini içeren basın açıklamasının arkasından gelişen hukuksuzluklar o günden itibaren artarak şeklinde sürdürülmektedir.
Olay günü gecesinden başlayarak Hopa`da tam bir insan avı başlatılmıştır. İlk baskın gece saat 12:30 sıralarında Hayde Cafe isimli bir işyerine yapılmış olup, işyeri sahibi de dahil olmak üzere orada buluna müşterilere özel harekat timleri tarafından yoğun şiddet uygulanmış, tüm bu kişiler yerlere yatırılarak kafalarına postallarla basılmak suretiyle aynı zamanda coplar tekmelerle darp edilerek gözaltına alınmıştır. Bu muameleye maruz kalan bu kişiler arasında % 90 oranında zihinsel engelli olan Erkut Kibar da bulunmaktaydı.
Tüm bu hukuk ve insanlık dışı uygulamalar işyerine ait güvenlik kameralarınca kayıt altına alındığı halde, baskını gerçekleştiren birimler, güvenlik kamera kayıtlarının bulunduğu bilgisayar kasası ve güvenlik kamerası hard diski ve tüm dijital eşyaları yasa dışı olarak habersiz bir şekilde almışlardır.
Aynı zamanda kafe içinde bulunan tüm eşyalar tahrip edilmiştir.
Bu baskınlar evlerde sabaha kadar devam etmiş, 3 gündür de devam etmektedir. Gözaltına alınan kişilere ilişkin tarafımıza hiçbir bilgi verilmemiş, isimleri ve durumları saklanmıştır.
Gözaltına alınma sırasında tüm şahıslar, yakalama, gözaltı ve hastane sevklerine gidiş dönüşleri esnasında darpa maruz kalmışlardır.
Gözaltında bulunan müvekkillerin kafalarında, kaşlarında, gözlerinde, ağız burunlarında ve vücutlarının çeşitli yerlerinde darp izleri mevcut olup iki kişinin gözlükleri kırılmıştır. Birçok kişinin kafasında gözle görülen morluklar, şişlikler mevcuttur.
Ayrıca yakalama sonrasında alınan ilk adli tıp raporunda sağlam olduğu belirtilen İBRAHİM AKSU 02.06.2011 günü gözaltında tutulduğu sırada Hopa Devlet Hastanesine sevk edilmiş, saat 23.30`da Hopa Devlet Hastanesi tarafından kaburgasında kırık olduğu tespit edilerek, Trabzon Numune Hastanesi`ne sevk edilmiştir.
Bu bilgilenmeden sonra müdafiler olarak Hopa İlçe Emniyet Müdürlüğü`ne giderek, müvekkillerle görüşme isteğimiz, soruşturmanın Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Rasim KARAKULLUKÇU`nun yetkisi dahilinde yürütüldüğünü ve ilgili savcılıkça şüpheliler arasında menfaat çatışması bulunduğu, bu nedenle her avukatın sadece 1 şahısın müdafiliğini üstlenebileceği ve sadece bir kişi ile görüşebileceği yönünde talimat verildiği belirtilerek, sağlık durumlarında endişe ettiğimiz şüphelilerle görüşme talebimiz kısıtlanmıştır. Savunma hakkımız yasadışı usuller uydurularak bertaraf edilmeye çalışılmıştır.
3 avukat olarak görüşebildiğimiz, birer kişi, polisler tarafından çeşitli aşamalarda darp edildiklerini, polislerin sürekli gerçekdışı ifade vermeleri hususunda avukat bulunmadığı halde görüşerek baskı yaptığını belirtmişlerdir. İşbu tutanak tarafımızca düzenlenmiştir.
Tüm bu açıklamalarımızı raporlayıp kamuoyuna ve gerekli mercilere sunacağız. Sürecin takipçisi olacağız.
Baskılara ne müvekkillerimiz ne biz boyun eğmeyeceğiz.
Hopa Halkı Avukatları
Etiketler:
Gözaltı,
Hopa,
Hopa halkı avukatlarından duyuru
2 Nisan 2011 Cumartesi
2 Mart 2011 Çarşamba
‘Şeytanın Madenleri’nin içine doğru
BirGün
Buluştuğumuz yer, madene gideceklerin toplanma yerlerinden biri. Etrafta bir sürü maden işçisi ve seyyar satıcı var. İşçiler sabah kahvaltılarını yapıp, gerekli ihtiyaçlarını buradan alıp, dolmuşlarla madenlere doğru dağılıyor. Rehberimiz Willy, önce bize yapmamız gereken alışveriş listesini söylüyor. Alacağımız malzemeleri gideceğimiz madendeki işçilere dağıtacağız, sebebini madene gidince anlayacağımızı söylüyor. Willy bizden seyyar satıcılardan dinamit, saf alkol, meşrubat ve koka yaprağı almamızı söylüyor. İçki pahalı olduğu için saf alkolle meşrubatı karıştırıp yaptıkları, dünyanın en sert karışımlarından biri olduğunu düşündüğüm içkiyi madenciler çalışırken içiyormuş. Koka yaprağını nefeslerini açmak çiğniyorlar ve dinamitler de tabii ki madende çukur açmak için kullanılıyor.
Alışverişimizi yaptıktan sonra Willy’nin temin ettiği madenci kıyafetlerimizi giyip, madene çıkan dolmuşlara doğru yol alıyoruz. Yolda Belçikalılar dedelerinin madenci olduğunu söylüyor ben de dedemim Zonguldak’ta maden işçisi olduğunu, genç yaşta madendeki çalışma koşullarından dolayı vefat ettiğini ve bu yüzden onu hiç görmediğimi anlatıyorum. Belçikalı çift de benzer şeyler anlatıyor. Böylece üç madenci torunu ve eski bir maden işçisiden oluşan grubumuzda herkesin bir şekilde madencilikle ilişkisi olduğu meydana çıkıyor.
İşçileri madenlere doğru taşıyan dolmuşumuz kısa bir yolculuktan sonra milyonlarca insanın hayatına mal olan, eskiden gümüş günümüzde de kalay çıkartılan Cerro Rico tepesine geliyor. Dolmuştan inen işçiler çalışacakları maden galerilerine doğru ilerlerken biz de Willy’nin peşinden girişinde küçük kulübelerin olduğu bir ocağa doğru ilerliyoruz. Kulübelere geldiğimizde işçiler bizi karşılıyor, onlara aldığımız ‘hediyeleri’ veriyoruz. İşçiler saf alkolden hazırladıkları içecekten bize de ikram ediyor. İçkiden bir yudum aldığımda ilk tepkim “Midem delinecek mi?” sorusu oluyor. Ne kadar meşrubatla karıştırsalar da, saf alkol kesinlikle berbat bir şey. Halimizi anlayan işçiler içki konusunda fazla da ısrarcı olmuyor. Alkol içen işçiler bir yandan sürekli koka yaprağı çiğniyor ve sabah bu saatinde çakırkeyf olmaya başlıyor. İşin ürkütücü tarafı, bir yandan da madende patlatacakları dinamitleri hazırlıyorlar! Fakat herkes o kadar sakin ve sıradan davranıyor ki, bir süre sonra biz de ortama ayak uydurmaya başlıyoruz.
Hazırlıklar bittikten sonra, yani saf alkol içilip, ağızda sigaralar dinamitler hazırlandıktan sonra madene giriyoruz. Madenin girişi, içeride yaşayacaklarımızın habercisi gibi duruyor. İçeri doğru maden boyunca devam eden raylar ve bazı paslı borular olmasa burası ilk insanların yaşadıkları mağaralara benzetilebilecek kadar iptidai. Karanlık ve sular içindeki madende biraz ilerledikten sonra, tünelin ikiye ayrıldığı noktada bir kuytuya doğru ilerliyoruz. Kasklarımızın üstündeki fenerlerin gösterdiği kadarıyla duvarda kan izleri gözüme çarpıyor ve bir de etrafında koka yaprakları ve saf alkol kutularının bulunduğu, pagan dönemi putlarına benzer bir heykelin önünde duruyoruz.
Willy öne çıkarak durumu bize anlatıyor. Gördüğümüz heykelin yeraltının sahibi olduğuna inanılan ‘şeytanı’ temsil ettiğini, işçilerin her sabah çalışmaya başlamadan önce şeytana koka yaprağı, alkol ve sigara sunarak onu hoş tutmaya çalıştıklarını, yoksa şeytanın kendilerini cezalandırmasından korktuklarını anlatıyor. Duvardaki kan izlerinin de yine Şeytana adak olarak kesilen tavukların kanı olduğunu söylüyor. İşçiler yerli dilinde dua edip şeytan heykelinin etrafına koka yapraklarını ve alkolü serpiştiriyor, sonra bir tanesi yaktığı sigarayı şeytan heykelin dudaklarının arasına yerleştiriyor.
4.800 metre yükseklikteki karanlık, izbe ve milyonlarca insanın bir avuç İspanyol sömürgeciyi zengin etmek için öldüğü maden ocakları bence de olsa olsa şeytanın işi olur diye düşünerek yapılan ritüelleri anlamaya çalışıyorum. Şeytandan uzaklaşıp yol aldıktan sonra madenlerin derinliklerine doğru ilerlemeye devam ediyoruz.
»MADENDEKİ KİLİSELER
Devletin daha sonra özel sektörün madenlerden ayrılmasından sonra yeni yatırım yapılamadığından madenler kelimenin tam manasıyla dökülüyor. Hatta öyle dökülüyor ki her an başınıza çökecekmiş gibi gözüküyor. Maden tünellerini güçlendirmek için kullanılan tahta kalaslar yıllar içinde iyice çürümüş. Madenin içinde çıkarılan hammaddeyi taşımak için döşenmiş raylar duruyor fakat rayları çeken aletler satıldığı için işçiler vagonları kendileri kas gücüyle iterek çıkışa götürüyor. Tam önümüzde bir grup işçi vagonu deviriyor fakat içtikleri saf alkolün ve sürekli çiğnedikleri kokanın etkisiyle sürekli gülüyorlar. Zaten bu koşullarda bu madenlere başka kafayla pek girilmez gibi gözüküyor.
Maden ocaklarında işçilerin ibadet ettikleri, oyuklara yaptıkları küçük kiliseler var. Dinine bağlı insanlar olan Bolivyalılar burada da ibadet etmeyi unutmamış. Fakat ‘şeytanın’ madenlerindeki kiliselerin zeminleri plastik kaplarda satılan saf alkol şişeleriyle dolu. Willy artık maden işinin bitmek üzere olduğunu anlatıyor. Şu anda çok az maden damarı kalmış ve gruplar halinde çalışan işçiler kazanılan parayı bölüşerek yaşamlarını devam ettirdiklerini söylüyor. Willy bunları anlatırken madenin farklı yerlerinden oyuk açmak için kullanılan dinamit patlamalarının sesleri geliyor. Madenin içindeki hava koşulları çok farklı, bazı bölgeler çok sıcak bazı yerler serin, bu durum hava akımıyla ilişkili. Zaten oksijenin çok az olduğu madende, nefes almak bazı bölgelerde oldukça zorlaşıyor. İçeri temiz hava akımı sağlayacak havalandırma sistemi çalışmıyor. Özetle madenlerdeki durum berbat, o yüzden işçiler ‘Şeytanın Madenleri’ demekte çok haklı. İnsani hiçbir şey yok ve buna katlanmak için işçiler sürekli içiyor.
Willy bizi eskiden kullanılan daha derinlerdeki galerilere götürüyor. Zamanında gümüş çıkarılan yerler buralarmış fakat İspanyollar gümüşün nerdeyse tamamını çıkarıp ayrılmış. Gündüz girdiğimiz madenden akşamüzerine doğru çıkıyoruz. Giriş tünelinden içeri süzülen güneşi görmek insanı mutlu ediyor. Madenden çıkınca kulübelerde yaşayan maden işçileriyle sohbet ediyoruz. Herkesin yakındığı iki temel sorun: Çaresizlik ve kanser. Artık ömrü dolmak üzere olan madenlerde kimse çalışmak istemiyor fakat başka seçenekleri yok. Diğer konuysa madende çalışanların neredeyse tamamının yakalandığı kanser hastalıkları özellikle akciğer kanseri. Söylediklerine göre gümüş ve kalayın içindeki toz parçacıklarından kaynaklanıyor akciğer kanseri. Potosi’de madende çalışanların ortalama ömrü kırk yıl. Hiçbir sosyal sigorta ya da iş güvencesi olmadan çalışan bu insanlar, hasta olmasa garip olurdu zaten. İşçilerle sohbetimiz bitip ayrılırken maden işleri bana ve Belçikalılara kendi ülkelerimizdeki maden işçilerine selamlarını iletmemizi söyleyip, Cerro Rico tepesinden işçileri aşağı taşıyacak dolmuşlara kadar geçirip ayrılıyorlar.
»İSYANIN HATIRALARI
Cerro Rico tepesinden, Eduardo Galeano’nun deyişiyle ‘dünyaya en çok şey verip en az alan yerden’ ayrılırken içimizi bir hüzün kaplıyor. Bizim için kısa ve bir anlamda macera gibi yaşanan madenlerin, daha belirsiz bir süre insanlardan hayatlarını almaya devam edecek olmasını ve belki de biraz önce sohbet ettiğimiz genç işçilerin burada insanlık dışı koşullarda yaşamlarını kaybedeceklerini bilmenin verdiği ağır bir üzüntüyle buradan ayrılıyorum.
Maden ocaklarının yorgun ve bitkin işçilerini taşıyan dolmuştaki neredeyse bütün işçiler gün boyu içtikleri için sarhoş ve sabahki sakinliğin yerini ağızdan zor dökülen küfürler almış. Ama herkes buna alışık olduğu için kimse aldırış etmiyor. Şehir meydanına geldiğimizde rehberimiz Willy akşam yemeği için evlerine davet ediyor. Akşam yemeğini Willy’nin yaşından daha fazla gösteren annesi Barbara’nın yaptığı yemekler ve anlattığı hikâyeleri dinleyerek geçiyoruz.
Barbara da buradaki diğer madenci eşleri gibi genç yaşta kocasını hastalık yüzünden kaybettiğini ve yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. 1952 devriminde çocuk olmasına rağmen hatırladığı şeyler gerçekten tüyler ürpertici olaylar. Çalışma koşullarının düzeltilmesi için ayaklanan işçileri bastırmak için yapılan işkencelerden en korkunç olanı, on-on beş kişilik işçi gruplarının yuvarlak halka gibi birbirlerine bağlanıp dinamitle havaya uçurulmaları ve insanlara bunun izletilmesi. Ama bütün işkencelere ve baskıya rağmen işçiler 1952 devrimiyle 80’li yılların ortalarına kadar sürecek görece daha rahat bir dönem geçirmiş. Şu anda bulunduğumuz iki odalı prefabrike ev de devrim sonrası işçilere dağıtılan konutlardan biri.
Yemek sonrası Willy ile genelde işçilerin takıldığı bir birahaneye gidiyoruz. Burada Willy’nin eski çalışma arkadaşı, maden sendikası sekreteriyle devlet başkanı Evo Morales üzerine sohbet ediyoruz. Çevre masadaki işçilerin de katılımıyla sohbet renkleniyor. Genel olarak Evo Morales’in başkan olmasından herkes memnun ama artık daha somut gelişmeler bekledikleri de kesin. Bir dönem daha beklemek konusunda hemfikir gibi işçiler ama “ilerde Evo gerekli değişiklikleri yapamazsa onu da sileriz” demeyi de ihmal etmiyorlar. Uzun ve güzel sohbetin ardından işçilerle ve rehberim Willy’le vedalaşıp dünyanın en büyük tuz gölü olan Salar de Uyuni’ye gitmek üzere dünyanın en bahtsız şehirlerinden biri olan Potosi’den ayrılıyorum.
HAFTAYA: Salar de Uyuni
BARIŞ KARADENİZ
bariskaradeniz74@gmail.com
Buluştuğumuz yer, madene gideceklerin toplanma yerlerinden biri. Etrafta bir sürü maden işçisi ve seyyar satıcı var. İşçiler sabah kahvaltılarını yapıp, gerekli ihtiyaçlarını buradan alıp, dolmuşlarla madenlere doğru dağılıyor. Rehberimiz Willy, önce bize yapmamız gereken alışveriş listesini söylüyor. Alacağımız malzemeleri gideceğimiz madendeki işçilere dağıtacağız, sebebini madene gidince anlayacağımızı söylüyor. Willy bizden seyyar satıcılardan dinamit, saf alkol, meşrubat ve koka yaprağı almamızı söylüyor. İçki pahalı olduğu için saf alkolle meşrubatı karıştırıp yaptıkları, dünyanın en sert karışımlarından biri olduğunu düşündüğüm içkiyi madenciler çalışırken içiyormuş. Koka yaprağını nefeslerini açmak çiğniyorlar ve dinamitler de tabii ki madende çukur açmak için kullanılıyor.
Alışverişimizi yaptıktan sonra Willy’nin temin ettiği madenci kıyafetlerimizi giyip, madene çıkan dolmuşlara doğru yol alıyoruz. Yolda Belçikalılar dedelerinin madenci olduğunu söylüyor ben de dedemim Zonguldak’ta maden işçisi olduğunu, genç yaşta madendeki çalışma koşullarından dolayı vefat ettiğini ve bu yüzden onu hiç görmediğimi anlatıyorum. Belçikalı çift de benzer şeyler anlatıyor. Böylece üç madenci torunu ve eski bir maden işçisiden oluşan grubumuzda herkesin bir şekilde madencilikle ilişkisi olduğu meydana çıkıyor.
İşçileri madenlere doğru taşıyan dolmuşumuz kısa bir yolculuktan sonra milyonlarca insanın hayatına mal olan, eskiden gümüş günümüzde de kalay çıkartılan Cerro Rico tepesine geliyor. Dolmuştan inen işçiler çalışacakları maden galerilerine doğru ilerlerken biz de Willy’nin peşinden girişinde küçük kulübelerin olduğu bir ocağa doğru ilerliyoruz. Kulübelere geldiğimizde işçiler bizi karşılıyor, onlara aldığımız ‘hediyeleri’ veriyoruz. İşçiler saf alkolden hazırladıkları içecekten bize de ikram ediyor. İçkiden bir yudum aldığımda ilk tepkim “Midem delinecek mi?” sorusu oluyor. Ne kadar meşrubatla karıştırsalar da, saf alkol kesinlikle berbat bir şey. Halimizi anlayan işçiler içki konusunda fazla da ısrarcı olmuyor. Alkol içen işçiler bir yandan sürekli koka yaprağı çiğniyor ve sabah bu saatinde çakırkeyf olmaya başlıyor. İşin ürkütücü tarafı, bir yandan da madende patlatacakları dinamitleri hazırlıyorlar! Fakat herkes o kadar sakin ve sıradan davranıyor ki, bir süre sonra biz de ortama ayak uydurmaya başlıyoruz.
Hazırlıklar bittikten sonra, yani saf alkol içilip, ağızda sigaralar dinamitler hazırlandıktan sonra madene giriyoruz. Madenin girişi, içeride yaşayacaklarımızın habercisi gibi duruyor. İçeri doğru maden boyunca devam eden raylar ve bazı paslı borular olmasa burası ilk insanların yaşadıkları mağaralara benzetilebilecek kadar iptidai. Karanlık ve sular içindeki madende biraz ilerledikten sonra, tünelin ikiye ayrıldığı noktada bir kuytuya doğru ilerliyoruz. Kasklarımızın üstündeki fenerlerin gösterdiği kadarıyla duvarda kan izleri gözüme çarpıyor ve bir de etrafında koka yaprakları ve saf alkol kutularının bulunduğu, pagan dönemi putlarına benzer bir heykelin önünde duruyoruz.
Willy öne çıkarak durumu bize anlatıyor. Gördüğümüz heykelin yeraltının sahibi olduğuna inanılan ‘şeytanı’ temsil ettiğini, işçilerin her sabah çalışmaya başlamadan önce şeytana koka yaprağı, alkol ve sigara sunarak onu hoş tutmaya çalıştıklarını, yoksa şeytanın kendilerini cezalandırmasından korktuklarını anlatıyor. Duvardaki kan izlerinin de yine Şeytana adak olarak kesilen tavukların kanı olduğunu söylüyor. İşçiler yerli dilinde dua edip şeytan heykelinin etrafına koka yapraklarını ve alkolü serpiştiriyor, sonra bir tanesi yaktığı sigarayı şeytan heykelin dudaklarının arasına yerleştiriyor.
4.800 metre yükseklikteki karanlık, izbe ve milyonlarca insanın bir avuç İspanyol sömürgeciyi zengin etmek için öldüğü maden ocakları bence de olsa olsa şeytanın işi olur diye düşünerek yapılan ritüelleri anlamaya çalışıyorum. Şeytandan uzaklaşıp yol aldıktan sonra madenlerin derinliklerine doğru ilerlemeye devam ediyoruz.
»MADENDEKİ KİLİSELER
Devletin daha sonra özel sektörün madenlerden ayrılmasından sonra yeni yatırım yapılamadığından madenler kelimenin tam manasıyla dökülüyor. Hatta öyle dökülüyor ki her an başınıza çökecekmiş gibi gözüküyor. Maden tünellerini güçlendirmek için kullanılan tahta kalaslar yıllar içinde iyice çürümüş. Madenin içinde çıkarılan hammaddeyi taşımak için döşenmiş raylar duruyor fakat rayları çeken aletler satıldığı için işçiler vagonları kendileri kas gücüyle iterek çıkışa götürüyor. Tam önümüzde bir grup işçi vagonu deviriyor fakat içtikleri saf alkolün ve sürekli çiğnedikleri kokanın etkisiyle sürekli gülüyorlar. Zaten bu koşullarda bu madenlere başka kafayla pek girilmez gibi gözüküyor.
Maden ocaklarında işçilerin ibadet ettikleri, oyuklara yaptıkları küçük kiliseler var. Dinine bağlı insanlar olan Bolivyalılar burada da ibadet etmeyi unutmamış. Fakat ‘şeytanın’ madenlerindeki kiliselerin zeminleri plastik kaplarda satılan saf alkol şişeleriyle dolu. Willy artık maden işinin bitmek üzere olduğunu anlatıyor. Şu anda çok az maden damarı kalmış ve gruplar halinde çalışan işçiler kazanılan parayı bölüşerek yaşamlarını devam ettirdiklerini söylüyor. Willy bunları anlatırken madenin farklı yerlerinden oyuk açmak için kullanılan dinamit patlamalarının sesleri geliyor. Madenin içindeki hava koşulları çok farklı, bazı bölgeler çok sıcak bazı yerler serin, bu durum hava akımıyla ilişkili. Zaten oksijenin çok az olduğu madende, nefes almak bazı bölgelerde oldukça zorlaşıyor. İçeri temiz hava akımı sağlayacak havalandırma sistemi çalışmıyor. Özetle madenlerdeki durum berbat, o yüzden işçiler ‘Şeytanın Madenleri’ demekte çok haklı. İnsani hiçbir şey yok ve buna katlanmak için işçiler sürekli içiyor.
Willy bizi eskiden kullanılan daha derinlerdeki galerilere götürüyor. Zamanında gümüş çıkarılan yerler buralarmış fakat İspanyollar gümüşün nerdeyse tamamını çıkarıp ayrılmış. Gündüz girdiğimiz madenden akşamüzerine doğru çıkıyoruz. Giriş tünelinden içeri süzülen güneşi görmek insanı mutlu ediyor. Madenden çıkınca kulübelerde yaşayan maden işçileriyle sohbet ediyoruz. Herkesin yakındığı iki temel sorun: Çaresizlik ve kanser. Artık ömrü dolmak üzere olan madenlerde kimse çalışmak istemiyor fakat başka seçenekleri yok. Diğer konuysa madende çalışanların neredeyse tamamının yakalandığı kanser hastalıkları özellikle akciğer kanseri. Söylediklerine göre gümüş ve kalayın içindeki toz parçacıklarından kaynaklanıyor akciğer kanseri. Potosi’de madende çalışanların ortalama ömrü kırk yıl. Hiçbir sosyal sigorta ya da iş güvencesi olmadan çalışan bu insanlar, hasta olmasa garip olurdu zaten. İşçilerle sohbetimiz bitip ayrılırken maden işleri bana ve Belçikalılara kendi ülkelerimizdeki maden işçilerine selamlarını iletmemizi söyleyip, Cerro Rico tepesinden işçileri aşağı taşıyacak dolmuşlara kadar geçirip ayrılıyorlar.
»İSYANIN HATIRALARI
Cerro Rico tepesinden, Eduardo Galeano’nun deyişiyle ‘dünyaya en çok şey verip en az alan yerden’ ayrılırken içimizi bir hüzün kaplıyor. Bizim için kısa ve bir anlamda macera gibi yaşanan madenlerin, daha belirsiz bir süre insanlardan hayatlarını almaya devam edecek olmasını ve belki de biraz önce sohbet ettiğimiz genç işçilerin burada insanlık dışı koşullarda yaşamlarını kaybedeceklerini bilmenin verdiği ağır bir üzüntüyle buradan ayrılıyorum.
Maden ocaklarının yorgun ve bitkin işçilerini taşıyan dolmuştaki neredeyse bütün işçiler gün boyu içtikleri için sarhoş ve sabahki sakinliğin yerini ağızdan zor dökülen küfürler almış. Ama herkes buna alışık olduğu için kimse aldırış etmiyor. Şehir meydanına geldiğimizde rehberimiz Willy akşam yemeği için evlerine davet ediyor. Akşam yemeğini Willy’nin yaşından daha fazla gösteren annesi Barbara’nın yaptığı yemekler ve anlattığı hikâyeleri dinleyerek geçiyoruz.
Barbara da buradaki diğer madenci eşleri gibi genç yaşta kocasını hastalık yüzünden kaybettiğini ve yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. 1952 devriminde çocuk olmasına rağmen hatırladığı şeyler gerçekten tüyler ürpertici olaylar. Çalışma koşullarının düzeltilmesi için ayaklanan işçileri bastırmak için yapılan işkencelerden en korkunç olanı, on-on beş kişilik işçi gruplarının yuvarlak halka gibi birbirlerine bağlanıp dinamitle havaya uçurulmaları ve insanlara bunun izletilmesi. Ama bütün işkencelere ve baskıya rağmen işçiler 1952 devrimiyle 80’li yılların ortalarına kadar sürecek görece daha rahat bir dönem geçirmiş. Şu anda bulunduğumuz iki odalı prefabrike ev de devrim sonrası işçilere dağıtılan konutlardan biri.
Yemek sonrası Willy ile genelde işçilerin takıldığı bir birahaneye gidiyoruz. Burada Willy’nin eski çalışma arkadaşı, maden sendikası sekreteriyle devlet başkanı Evo Morales üzerine sohbet ediyoruz. Çevre masadaki işçilerin de katılımıyla sohbet renkleniyor. Genel olarak Evo Morales’in başkan olmasından herkes memnun ama artık daha somut gelişmeler bekledikleri de kesin. Bir dönem daha beklemek konusunda hemfikir gibi işçiler ama “ilerde Evo gerekli değişiklikleri yapamazsa onu da sileriz” demeyi de ihmal etmiyorlar. Uzun ve güzel sohbetin ardından işçilerle ve rehberim Willy’le vedalaşıp dünyanın en büyük tuz gölü olan Salar de Uyuni’ye gitmek üzere dünyanın en bahtsız şehirlerinden biri olan Potosi’den ayrılıyorum.
HAFTAYA: Salar de Uyuni
BARIŞ KARADENİZ
bariskaradeniz74@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)